ŞEHİDİMİZİN ANISINA Size hüzünlü, gerçek bir hikâye anlatacağım! 1974 yılında, Muş'ta tanıdım İzzettin Polat'ı. Muş Lisesi'nde... Bir doksandan uzundu boyu. Yakışıklıydı. Üstelik çok şık giyinirdi. Boksördü. Hem okulun, hem de ilin boks takımının değişmez elemanıydı. Çok sayıda birincilikleri vardı. Bu özelliklerinin yanında, sevecen, iyi, güzel bir yürek taşırdı İzzettin. "Çocukla çocuk, büyükle büyük olur!" derler ya... Öylesine... En ciddi duruşunda bile, mutlu bir gülümseme olurdu yüzünde. Beş vakit namazını hiç aksatmaz, vakti geçirmemek için, teneffüslerde hemen koşup abdestini tazeler, sonra sıraları birleştirir ve üzerinde, görevini eda ederdi. Gönlü gibi eli de açık, alabildiğine cömertti. Boyu, heybetli görüntüsü ve karakteri gereği, bayramlarda, resmigeçitlerde, okulun önünde bayrağı taşır, aslanlar gibi yürürdü. Bu görevi ondan devralmaya kimse niyetlenmez, cesaret de edemezdi. Hem sınıfımızın, hem de okulun doğal öğrenci başkanı gibiydi. İki yıl birlikte okuduk. Ne kimseyle tartıştığını, ne kavga ettiğini gördüm, ne de gücünü, yeteneğini kullanıp ukalalık ettiğini. Öğretmenler de çok sever, takdir ederdi İzzet'i. Yaz tatilinde onun köyüne gittiğini sanıyordum. Onu Muş'ta görünce şaşırmıştım. Bir inşaatta çalışıyordu İzzettin. Ekibiyle birlikte boyacılık yapıyordu. Böylece öğrendim onun bir yeteneğini daha. Takdir etmemek mümkün değildi. Şık ve temiz giyinmesinin gerekçesi de ortaya çıkıyordu böylece. Yaz boyunca durmadan çalışıyor, kışın da krallar gibi okuyordu. Sorduğumda "Başka çare yok!" demişti, "Okumak için çalışmak zorundayım! Ailemin durumu iyi değil!" Beni boksa başlattı İzzettin. İlk antrenörüm oldu. Okulun spor salonunda özel ders bile verdi, beni iyi bir boksör yapmak için. Böylece başladı spor hayatım. Liseyi bitirdik. İzzettin okul birincisi, yine dörtlü grubumuzdan Süleyman, okul ikincisi olmuştu. Son gün, son sohbetimizde içindeki ateşi, düşünü açıkladı İzzet! "Ben, Kara Harp Okulu'na başvurdum!" Şaşırdık. Biz, üniversite için planlar yaparken o, bir çocukluk düşünün peşinde koşmayı seçmişti. Meğerse hep subay olmak istermiş! Kuşkuları vardı bu konuda. O zamanlar da ortalıkta gezen sözlerden, ürküyor, doğum yerinin ve kökeninin; düşüne engel olacağı korkusunu duyuyordu. Ben, demek ki devletime olan güvenimle "Hiç merak etme. Ordu senin gibi bir subay adayını elinden kaçırır mı hiç? Boş ver o laflara. Kötülemek, karalamak ve milletle orduyu birbirine düşürmek için çıkarılmış dedikodular!" demiştim. İçimde zerre kadar kuşku yoktu. Boylu boslu, güçlü, sporcu, çalışkan, yürekli, yiğit, memleket ve millet sevdası ile donanmış, inanç yüklü İzzettin'in Harp Okulu'na gireceğinden zerre kadar şüphe etmedim. Beklediğim gibi oldu. İzzettin sınavı kazandı, hem de üst sıralardan. Öylesine sevindik ki... 1981 yılında okulumu bitirdim. İlk görev yerim Van'da iki ay çalışıp askerlik görevine koştum. Adresim bu kez Eğridir Dağ Komando Okuluydu. Zor ve zorlu bir eğitimden geçiyorduk. Bir dinlenme sürecinde, uzaktan, subay arkadaşlarının arasında seçtim İzzettin'i. Tesadüf, o da görevli olduğu Kayseri Hava İndirme Tugayı'ndan, Komando Kursu için gelmişti Eğridir'e. Ben yedek subay öğrenci, o ise teğmen... Şuna bir şaka yapayım, dedim. Kalktım uzandığım yerden. Onunda bulunduğu guruba dönüp "Hey! Uzun! Çabuk şuradan iki çay kap getir bakayım!" diye seslendim. Askerlik kurallarını alt üst eden bu isteğim şaşırttı subay grubunu tabii! Kimse üzerine almak, istemedi çağrımı. Duyup, duymazdan gelmeyi seçtiler. Ben, askeri elbiseler içinde, neredeyse altı yıl sonra, beni tanıyamayan İzzettin'e çağrımı sürdürdüm. "Sana söylüyorum uzun! Ne o öyle sağa sola bakınıp duruyorsun? Oraya getirme beni? Yoksa..." Ancak o zaman tanıdı beni. Kucaklaştık. Alıp subay gazinosuna götürdü. İznin zamanınca çay içip, sohbet ettik. Evlenmişti. Bir de oğlu olmuştu. Eğitimin izin verdiğince, sık sık görüştük İzzettin'le Onların eğitimi bizden daha ağırdı. Daha önce kursa başladıkları için, bizden önce ayrılıp birliklerine döndüler. Vedalaşırken "Seni Kayseri'ye beklerim!" dedi. Benim de niyetim o yöndeydi. Sayılı günler çabuk geçti. Teskereyi almadan bir gün önce vedalaşmaya gittim İzzettin'le. "Ben" dedi, yakında buradan ayrılacağım. Şark görevi bekliyorum!" Tahmin ettiğim gibi Van'da sürdürdüm görevimi. Orada Muş'lu olan eşimle, tanışıp evlendim. Böylece arkadaşlıktan sonra, eşimin hemşerisi olması hesabıyla, eniştesi de oldum İzzettin'in. Garip ve beklenmedik bir terfi ile Hakkâri'ye çıktı tayinim. Güzel memleketimin havası değişmiş, terör en kanlı şekliyle ortaya çıkmıştı. Hemen her gün Şehitler veriyorduk. Çalıştığım dairenin oturduğum lojmanı; zamanında yatılı bölge okulu olarak yapılmış, ama asker hastanesi olarak kullanılan binanın; hemen karşısındaydı. Çok acı görüntülere şahit oluyor, üzülüyorduk. Durum gittikçe kötüleşiyor, her geçen gün Şehit sayısı artıyordu. Çukurca'da görevdeydi. Haber bıraktım birliğine. Görev dönüşü mutlaka beni aramasını istedim. "Bugün Çukurca'da, bir askeri birliğe, teröristlerce pusu kuruldu. Çıkan çatışmada, bir binbaşı, bir üsteğmen ve on bir er Şehit oldu." İnsan, tanıdıklarına, sevdiklerine, dostlarına toz kondurmaz, ölümü yakıştırmaz. Böylesi acı haberleri hep uzakta görür ya... İçim yanarak dinliyordum haberi. Şehitlerin isimleri sayılıyordu. Binbaşı... Üsteğmen İzzettin Polat... Dondum kaldım. Duyduğuma inanamadım. Daha bugün sözünü etmiştik binbaşı ile. Daha bugün haber bırakmıştım ona. Muş, Kayseri, Hakkâri tesadüflerinin sürmesini, gelecekte başka yerlerde karşılaşmayı, çocuklarımızın da bizim gibi arkadaş olmasını dilerdim. Oysa şimdi yiğit arkadaşımın Şehit olduğunu söylüyordu haber spikeri. "Hayır!" dedim "Yanlış duydum! Bu İzzettin, bizim İzzettin olamaz!" Hemen telefona sarıldım, yanlış duyduğumu onaylatmak için. Bu, öylesine kabullü bir reddi ki, bir yandan da ağlıyordum hüngür hüngür. Karşıma çıkan askere, hıçkırıklar için de sordum. "Şehit olarak adı verilen İzzettin Polat, Muş'lu..." "Evet!" dedi asker, "Maalesef, Şehit verdik Üsteğmenimizi. Vatan sağ olsun!" Vatan sağ olsun tabii! Bu vatana feda olsun canımız... Zaten o nedenle oradaydı İzzettin! O nedenle çizmişti yolunu. Mesleğini severek seçmiş, gururla giymişti o kutlu elbiseyi. O nedenle Peygamber Ocağı'nın neferiydi. Lisenin bayrağını taşırdı. Harp Okulu'nda da bayrak taşımıştı uzun zaman. Şimdi o bayrağı, tabutuna saracaklardı. Onları ayıramayacaklardı sonsuza dek. "Vatan sağ olsun!" tabii. Vatan olmayınca biz sağ olmuşuz, ne çıkar? Hemen Tugay'a koştum. Sabah, Albayraklara sarılmış şehitlerimiz yan yana yatıyordu önümüzde. Hepsi gidecekleri, sonsuza dek yatacakları vatan toprağının özleminde! Arkadaşımdı! Şehitlerimiz bu ülkenin bütünlüğünün teminatıdır. Ahmet Haldun TERZİOĞLU |